Tap Tap Tapacık



 
TAP TAP TAPACIH
(Anlatan: Senem KARAASLAN)
 
Bir varmış, bir yokmuş. Allah’ın gulu çohmuş. Çoh söylemesi günah, az söylemesi sevapmış.
Memleketin birinde fahır adam yaşarmış. Adamın bir garsı, iki de çocuğu varmış. Çocuhlardan büyüğü oğlan, güççüğü de gız.
Adam, her sabah ormana gider, kestiği guru odunları getirerek satar; evin geçimini sağlarmış...
Adamın avradı bir amansız hastalığa yahalanmış. Yatahlara düşmüş. Öleceği zamana yahın, oglunu çağırarah ona şöyle demiş:
— Oğlum, ben yahında ölüp gideceğim. Allah bilir ama sonum geldi. Şu söylediklerimi ahlında iyi dut. Hayatın boyunca hep doğru gonuş ve dürüst ol. Başgalarını aldatmah için sahın yalan söyleme. Doğruya sarılırsan sonunda gazanan sen olursun. Allah mutlaha doğrulara yardım eder.
Şu çıhının içinde bir tutam saçım var.  Onu boynuna as. Her zaman yanında daşı. Gardaşın büyüyünce içindekinin yarısını başga bir çıhın yaparah ona ver. Başınız ne zaman dara düşerse, içinden iki teli birbirine sürterseniz ben size yardıma gelirim.  Gelin ikinizi de bir öpeyim. Sizi Allah’a emanet ediyom...
Ana bir süre sonra ölmüş. Çocuhlar anasız, herif de avratsız galmış.
Adam,, çocuhlarına hem analıh; hem de babalıh yapmaya başlamış. Çocuhlarla ilgilendiği zamanlar işine gidememiş. Oduna gittiği zaman da çocuhlarla ilgilenememiş. “Çocuhlarıma analıh yapsın” diye bir gadın ile evlenmiş. Eve gelen üvey ananın yanında gara, kirli, güçcük bir gızı varmış.
Aradan biraz zaman geçince, herif de, çocuhlar ölen avradın gününü arar olmuşlar.
Herif oduna gitdikden sona üvey ana, evden çıharah gapı gapı gezermiş. Ne yemek yapar, ne evi süpürür, ne de çamaşır yıharmış. Gocasının işten gelmesine yahın bir zamanda eve gelirmiş. Gocası:“şunları şunları niye yapmadın?” deyince, çocuhlarla uğraşmahdan yapamadığını söylermiş. Herif, buna inanmazmış ama inanmış gibi göründükçe, o da cesaret alarah daha aşırılıhlara gaçarmış.
Üvey ana, herifin çocuhlarını evde istemezmiş. Herif, işe gidince çocuhlarını döverek her yerlerini morartırmış. Gocası: “bunlara ne oldu? Diye soruca da: “Aman nereden bileyim! Evde bir dakka durduhları yoh!  Sen işe gidince, onlar sokağa gidiyolar. Gomşu çocuhları ile dövüşüp, gavga ediyolar. Beni ana olarah görmüyolar ki! Onlara çoban olamam! İşe giderken sıpalarını da al götür. Çocuhlarına sahip ol, beni de gurtar. Sana hesap vermekten bıhtım artıh!..” diyerek gocasına çıhışırmış.
Sonunda üvey ana, gocasından çocuhları ormana götürüp azdırmasını istemiş. Eğer istediği olmazsa, gendisinin evi terk edeceğini söylemiş. Herif, üvey anayı ikna edememiş. Ana, inadında direnmiş. Baba, çaresiz gabul etmiş. Sabaha gadar ne yapacağını düşünmüş durmuş.
Herif, sabah erkenden kalharak hazırlık yapmış, çocuhları uyandırmış. Ormana gideceklerini öğrenen çocuhlar çoh sevinmişler. 
Herif, oğlunu ve gızını eşeğe bindirerek ormana götürmüş. Bir suyun başında yemek yemişler. Daha sona sıh ağaçlı armana girmişler.
Güçcük bir suyun başına geldiklerinde yüklerini indirmişler. Baba, çocuhlara şöyle demiş:
— Çocuhlar, ben ormanın içine odun kesmeye gideceğim. Şu kilimleri yere serin. Yiyeceklerinizi buraya bırahıyom. Acıhdıhça yersiniz. Şu pünerden su içersiniz. Odun keseceğim yer tehlikelidir. İşim bitince gelir, sizi alırım. Paltanın sesini duyarsınız.  Paltanın sesi kesildiğinde işim bitmiş demektir.  Hayd,i Allah’a emanet olun yavrularım...
Bunları söyledikten sonra paltayı omuzuna alıp, eşeği ile ağaçların arasında gaybolmuş.  Az sonra da paltanın “tap tap” sesleri duyulmaya başlamış.
Babalarının çoh yahında olduğunu hisseden çocuhlar, oyunlar oynamışlar. Çiçekler toplayıp pünerin serin suyunda yıhanmışlar. Salıncahlar gurup sallanmışlar. Garınlarını doyurduhdan sona gölgede uyuymuşlar.
En neşeli günlerini yaşamış, en datlı uyhularını uyumuşlar.
Ahşama doğru ülüzgârın hızı artmış, hava serinlemiş.  Hava garamaya başlamış. Çocuhlar uyanmışlar. Paltanın sesi, daha hızlı duyuluyomuş. Babalarının ahşam olmadan işin i bitirmek için hızlı çalıştığını sanmışlar.
Ahşamın garanlığı, ağaçların gölgesi ile daha da goyulaşmış.
Babalarının daha odun kesmekte olduğunu sanarah palta sesinin geldiği yere gitmişler. Patla sesini duyduhları halde babalarını göremeyince “baba!” diye seslenmişler. Sesin geldiği tarafa bahan oğlan, her şeyi annamış. Gorhu ve şaşgınlıhdan donup galmış.
Oğlan bir de bahsa ki, bir dala bağlı gabah, rüzgâr salladıhça ağacın gövdesine çarparah, paltanın sesini çıharıyomuş. Gızın buna daha ahlı yetmiyomuş. Oğlan,  gabağı görünce, babasının ormanda olmadığını annamış. Yaşlı gözlerle dalda asılı gabağa bahmış ve şöyle söylemiş:
Tap tap, tapacık
Bizi aldattı babacık
Babacığın suçu yoh
İlle anacıh anacıh…
Gız, gorhusundan abisine sarılmış. Abisi de gardaşını gucahlayarah onu teselli etmiş.
Ortalıh iyice gararmadan eşyalarının bulunduğu yere gitmişler. Oğlan, gardaşını gucağına  alarah öpmüş. Onun gözyaşlarını silerken şöyle demiş:
— Bacı sen daha güçcüksün.  Böyle şeylere ahlın ermez. Rahmetli anam, “Babası olmayanın, anası da olmaz” derdi. O günlerde anlam veremediğim sözünü şimdi annadım. Anamız öldü, babamız da yoh... Bizim babamız olsaydı, şu ormanda bırakıp gaçar mıydı? Bizi sevseydi böyle yapar mıydı? O, şimdi üvey bacımın babasıdır. Ama bunda Güçcük bacımın hiç suçu yoh ki.
Geceyi salıncah gurdukları ağacın üstünde geçirmişler. Oğlan, bacısına bir yatah hazırlamış. Bacısını, dizinin üstüne yatırmış. Zavallı gız, abisinin dizine başını goyunca, hemen uyhuya geçmiş. Oğlan da sabah ne yapacağını düşünürken; anasının ölmeden önce gendisine verdiği çıhıyı hatırlamış.
Hemen çıhını boynundan çıharmış. Anasının saçından iki tel saç alarak birbirine sürmüş. O anda gözlerini gamaştıran bir ışıh parlamış.  Işığın içinde anasını görmüş! Anası, öldüğü zamankinden daha genç görünüyomuş. Yüzünde yine gülücükler varmış. Anası, çocuhlarını gucahlamış.
Oğlan, başına gelenleri anasına annatmış. Anasın da “olup, bitenden benim haberim var” demiş. “Bana anlatmah istediğin her şeyi biliyom. Şindi gardaşının yanına uzan ve gorhusuzca uyu. Sabah uzun bir yolculuh yapacahsınız. Allah’ın izniyle tamamen güvendesiniz. Gece ben, sizi beklerim. Gorhma, size hiçbir şey zarar veremez. Ama gaderinizi değiştirmek elimde değil.  Sonunuz inşallah çoh hayırlı olacah. Oğlum, her ne ile garşılaşırsan gorhduğunu hiç belli etme. Senin duşmanların gorhduğunu annarsa, üzerine daha fazla gelir. Senden zayıf olan düşmanın da hileye başvuracağını unutma. Kimseye kötülük düşünme. Yapacağın şeyi başgalarına söyleme. İstemeyenlerin, işini başından bozmaya çalışırlar. Her şeyi ve herkesi sev. Allah’ın yarattığı hiçbir şey kötü değildir. Sevginin garşısında  duracah güç yohdur. Zorun açamadığı gapılar, sevgi ile çoh golay açılırlar. Senden güçsüz ve zayıf durumda olanları goru. Onları gözet ki, Allah’tan yardım istemeye yüzün olsun. Bunların ötesinde her zaman dürüst ol. Zararlı çıhacağını bilsen de doğruluhdan ayrılma. Allah, sadece doğrulara yardım eder. Yardımcısı Allah olanın, gorhacah hiç bir şeyi olamaz.
Beni görmeyince telâşa gapılma. Her zaman yanınızda olamam ama güneş doğana gadar çevrenizde beklerim. Başına bir iş geldiğinde saçımın tellerini sürtersen yeniden gelirim. Şimdi yat ve dinlen. Evinde olduğunu düşün. Bu gecenin de geçen gecelerden hiçbir fargı olmayacahdır,” demiş.
Oğlan,  anasının verdiği güvenle gardaşının yanına uzanmış, uyhuya geçmiş.
Oğlan, ağacın depesine çıharah çevreyi gözetlemiş.  Ormanın uzah bir yerinden goyu bir duman yükseliyomuş. Başga bir yönden de köpek sesleri geliyomuş.
Aşağıya inerek gardaşını uyandırmış. Gece anası ile gonuşduhlarından ona hiç bahsetmemiş. Ağacın tepesinden gördüklerini haber vererek bacısına şöyle demiş:
— Bacı, ormanın aşağı tarafında it ürüyo. Yuharı tarafta da büyük  bir tütün tütüyo. Hangi yöne gidek?
Güçcük gız, sevinçle haykırmış:
— Abi, it üren yere gidersek it bizi yaralar; tütün tüten yere gidek. Orada insanlar olur, bize yardım ederler, demiş.
Hiç vahıt gaybetmeden, tütün tüten yere doğru doğru hareket etmişler. 
Yollarındaki ağaçlardan meyva toplayıp yemişler. Gayaları dolaşıp, dereleri geçmişler.  Önlerine çıhan güçcük depeyi tırmanmışlar. Derin bir derenin görünmeyen yerinden çıhan goyu gara bir dumanı görünce sevinmişler.
Biraz daha gidince, yalçın gayalıhların üzerine yapılmış böyük bir ev görünce çoh sevinmişler.
Oğlan, evin yapı daşlarını görünce gorharah geri dönmeyi düşünmüş. Sona anasının öğüdünü hatırlayarah, cesaretini toplamış. Bahçe duvarının daşları, insanın gücü yetmeyecek gadar böyükmüş. Bahçe gapısından içeri girer girmez, buranın gendileri gibi bir canlının evi olmadığı annamış.
Kümbet iriliğinde bir adam! Ağaç gövdesi galınlığındaki golları, kürekden daha büyük elleri ile duttuğu gocaman kütükleri fırının içine atıyo; bir ağaca dizdiği hayvan gövdelerini bişirip yiyen bir adam görmüş.
Adamın, uzun ve gür saçları gulahlarını örtmüş, iki omuzunu gapatarah ta belinin ortasına gadar  sarhmış. Mağara gibi ağzında gazmaya bezeyen dişleri varmış. Nefes alıp verdikçe çevredeki bazı şeyleri havaya savuruyomuş.
Oğlan, bunun anasından dinnediği masallardaki deve benzetmiş. O yaratığa görünmeden, hemen geri dönmeye niyetlenmiş. Ama yaratıh, onları çohtan görmüş bile.
Oğlan, gorhduğunu belli etmemek için yahlaşmaya devam etmiş. Dev, çocuhların yahlaşmasından tedirgin oldmuş. Aniden kalharah evine doğru goştuğunda Oğlan arhasından ona seslenmiş:
— Hey amca! Nereye gaçıyon?  Biz düşman değilik. Sana bir zarar vermeyiz. Bize iyi davranırsan, sana bir kötülüğümüz dohunmaz. Biz, sadece düşmanlarımıza garşı acımasız oluruz. Otur ve keyfine bah. Biz zaten fazla galacah değiliz, demiş.
Oğlan, bacısını gucağına alarah kütüklerden birine oturmuş. Dev de başga bir kütüğe oturmuş.
Dev, çocuhlara nereden gelip, nereye gittiğin i sormuş. Oğlan da “ormanda gezerken, uzahdan tütünü görünce burada kim var diye marah ederek geldik,” demiş.
Dev, ellerini bir birine vurarah, çoh sevindiğini göstermek istemiş. Arhasından da şöyle demiş:
—Ben de yalnızlıhdan iyice sıhılıyodum. Benim hiç çocuğum yohdur. Hoş geldiniz yavrularım. Biriniz oğlum, biriniz de gızım olun.
Dev, çocuhları yemek istiyomuş. Ahşam, bir odaya yatah sermiş. Bir kenara gendi, bir ken ara da oğlan yatmış. Güçcük gızı ortaya almışlar. Aradan biraz zaman geçince çocuhların uyuyup uyumadıhlarını gontrol etmek için, gıza bir çimdik atmış. Gız: “uy anam uy!” deyince, gardaşı “N’oldu sana bacı?” demiş. Dev, oğlana demiş ki: “Aman yavrularım dikkat edin burada sarı garıncalar vardır. Onlar adamı ısırırlar.”
Gapıyı arkadan kilitleyip gardaşını yatıran Süleyman, pencereden bahçeyi, incelemiş. Kaçış için kullanabileceği yerleri belirlemeye çalışmış. 
Bulundukları odanın yönünden bahçe duvarını geçmek çoh zor görünüyormuş.  Duvarlar,  sarp kayalıklar üzerine yapılmış. İlk bakışta dik uçurumlardan aşağı inmek imkânsız gibi görünüyormuş. Biraz daha incelediğinde pencere kenarındaki sarma-şıklardan bahçeye inmenin, çatıya çıkmanın kolay olduğunu farketmiş.
Bahçe içinde devin elinde bir kafesle koşar adım dolaştığını görünce bir süre onu izlemiş. Dev, havadaki uçan kuşlara saldırıyor, ağaçlara konanları yakalıyor, tuttuklarını da elindeki kafese koyuyormuş. Bir süre sonra ağacın altına oturarak kafestekileri kesip, temizlemeye başlamış.
Süleyman, çatıya çıkarak daha geniş bir çevreyi incelemiş. Bahçe duvarının etrafı her yönden yalçın kayalıklarla çevriliymiş. Duvarı geçmenin mümkün olmadığını görünce üzülmüş. Odasına dönerken dev, bahçenin bir yerinde görünmez olmuş. Merakla onu izlemiş. Az sonra devi, bahçenin dışında görünce, bir gizli geçit kullandığını anlamış. Dev, karşı tepenin arkasında kaybolunca, bahçeye inerek gizli geçidi bulmuş. Geçitte bir ray sistemi varmış. Büyük bir kayayı da bu sitemin üzerine yerleştirmiş. Çevresine çimen ve süs bitkileri ekip dikkat çekmeyecek biçime getirilmiş.  
Taş basamaklardan aşağıya inerek çıkış yerine kadar gitmiş. Çıkış yerini içeriden kapatmak için iki tane değirmen taşı varmış.  Dev, çıkışı dışarıdan kayalarla kapatmış. Daha fazla inceleme yapmanın tehlikeli olacağını düşünerek dönmüş.
Tekrar çatıya çıkıp, devin gittiği yönü gözetlemiş. Bir müddet sonra dev elinde sepet, omzunda ağaç dalları ile görünmüş. Dalların üzerinde meyveler varmış. Odasına dönerek yatmış.
Aşağı indiklerinde dev, kuş etinden, sebzelerden bir yemek hazırlamış. Çeşit çeşit meyveleri de yanına dizmiş.
Meyveleri dallarıyla gören Süleyman, devi azarlar gibi konuşmuş:
— İşte bu çoh kötü! Bu ağaçlara nasıl kıydın? Sen çoh büyük bir çevre düşmanısın! Sakın bunu bir daha yapma! Senin öğrenmen gereken daha çoh şey vardır... Şu çevremizin yemyeşil olması ne büyük nimettir. Herkes senin gibi ağaçları kırarsa bir gün gelir ki gölgesinde serinleyecek, meyvesinden yiyecek, aralarında düşmanlarımızdan gizleneceğimiz ağaç da kalmayacak.  Bahçende ve evinin çevresinde hiç ağaç olmadığını bir düşünsene! Böyle bir durumda ne yapardın? Öyle bir çevrede yaşamak hoşuna gider mi?
Yediğin yemeğini neyle pişireceksin, ısınmak için ne yakacaksın? Ağacın olmadığı yere yağmur yağmaz, kaynak suları kurur. Susuz hayat olur mu? Soluduğun oksijeni ağaç yapar. Ağaç olmazsa, oksijen de olmaz.  Oksijensiz hiçbir canlı yaşayamaz. Sen de buna dahilsin!..
Dev, bu konuşmadan çoh az şey anlamış. “Ağaç olmazsa, yemek pişiremez, soğuk günlerde ısınamaz, düşmanlarından gizlenemezmiş.” Öteki konulara aklı ermemiş. Bunun için de hiç itiraz etmemiş. Süleyman’ın çoh bilgili biri olduğunu düşünmüş. Bunları duyduktan sonra ona karşı hayranlığı biraz daha artmış. Bir daha ağaçlara hiç zarar vermeyeceğine de söz vermiş.
 Büyük bir iştahla yemeklerini yedikten sonra Süleyman, masadaki meyvelerin ağaçlarını görmek istediğini söyleyince dev:
— Bu meyvelerin ağaçları bahçemde yoktur. Bunları sizinin için uzaklardan getirdim. Bahçemdeki ağaçları görmek istersen, güneş batmadan önce sizi gezdireyim, demiş.
Devi etkisi altına aldığını sezen Süleyman, evin bölümlerini merak ettiğini söyleyince içeri girmişler. Dev duvarda asılı anahtarları almış. Uzun bir koridorda yürümüşler. Koridorun sonundaki merdivenden aşağı inmişler. Karşılıklı olarak yirmi odayı gezmişler. Odalarda altın, inci, mücevherler, değerli kumaşlar, ipekler, halılar, çeşitli süs eşyaları varmış.  Bir kat aşağıda da aynı şekilde yirmi oda daha varmış. Çeşitli savaş aletleri, ev eşyaları ile doluymuş.  Dev, bu kattaki odalardan ikisinin kapısını açmamış. Burada özel eşyalarının olduğunu söylemiş. Süleyman buna inanmamış, ama inanmış gibi davranmış.
Döndüklerinde dev, anahtarları aldığı yere geri asmış. İkisini ayırıp eline almış. Yatak odasını da gezdirmiş. Ayırdığı iki anahtarı, yatak odasının gapısı arkasına asmış.
Yatak odasının büyük penceresinin önüne kurduğu karyoladan ormanın büyük bir bölümü ve bahçesinin gapısı görülüyormuş.  Süleyman, devin sandığı kadar da ahmak olmadığını anlamış.
Dev esnemeye başlamış.  Az sonra da karyolaya uzanarak, derin bir uykuya geçmiş. Süleyman, devin horlamaya başladığını görünce,  gardaşını yatırıp koridora inmiş. Koridordan aldığı iki anahtarı, devin yatak odasının gapısı arkasındaki anahtarlarla değiştirmiş. Tekrar koridora çıkarak merdivenlerden aşağıya inmiş. Devin göstermek istemediği odalardan birinin gapısı önüne gelmiş. Odada ne olduğunu çoh merak ediyormuş. Karşılaşacağı şeyin ne olduğunu bilmediği  için de korku ile  birlikte biraz da heyecan da varmış.
Çevreyi dinlemiş. Kimse olmadığını anlayınca gapıyı açmış. Ayağından zincirle duvara bağlı olan bir erkekle karşılaşmış. Zayıflıktan adamın kemikleri sayılıyormuş. Saçı, sakalına karışmış. Yere oturmuş, başını ellerinin arasına alıp,   dirsekleri dizlerinde dayalı uyuyormuş.  Gapı sesini duyunca başını kaldırıp gelene bakmış.
Küçücük bir çocuğu aniden karşısında görünce, heyecandan kekeleyerek sormuş:
— Ey güçcük, ins misin, cin misin? Buraya nasıl girdin?
— Ne cinin, ne de peri. Ben de senin gibi bir insanım. Soruna cevap vermeden önce kim olduğunu ve buraya nasıl düştüğünü bilmek istiyorum. Bana doğruyu söylersen sana yardım edebilirim.
Adam, “yardım” sözünü duyunca ümitlenmiş. Yalvaran bir tavırla:
— Bak güçcük bey, başımdan geçenin tamamını anlatmam çoh uzun sürer.  Eğer dev,  buraya girdiğini öğrenirse, senin sonun da benimki gibi olur. Benden çekin-mene gerek yoktur. Dev ikimizin de düşmanıdır. İşbirliği yaparsak onu yeneriz. Sen onu benim kadar tanıyamazsın.  Ahmak ve aptal görünüşüne aldanma. Çoh kurnazdır. Seni iyice tanıyana kadar aptal gibi davranır. Onun sırlarını öğrendiğini sezdiği anda senin işini bitirir. Seni tamamen etkisiz hâle getirmeden asla açık vermez.  Eğer kurtulmak istiyorsan bunları sana anlatayım...
Süleyman:
— Önce kim olduğunu ve buraya nasıl düştüğünü öğrenmek istiyorum. Bunun bir oyun olmadığından emin olmalıyım. Yalnız kısa ve öz olsun.
Adam anlatmaya devam etmiş:
— Ben bir prensim. Kaç yıl oldu bilmiyorum. Evlilik yıldönümümüzü kutlamak için eşim, beraberimizdeki askerlerle ormanda ava çıkmıştık.  Yakınımızdan geçen bir ceylanın peşine düştük. Az sonra eşim ve cariyelerinin çığlığını işittik. Avı bırakıp, sesin geldiği yere koştuk.  Bu melûn, onları kaçırıyordu. Arkasından sayısız ok yağdırdık. Saplanan okların hiç bir tesir etmedi. Kan izlerini takip ederek gapıya kadar geldik. Bildiğin gibi içeriye girmek imkânsızdır. Bahçe gapısından başka bir girişi de yoktur.  Gece-gündüz gapıda bekledik. Açlık, susuzluk ve uykusuzluk bizi perişan etti.  O da bizi gözetlermiş. Bir gece uykuda bizi kıskıvrak yakaladı. Hepimizi ayrı odalara koydu. Bizlere öyle yiyecekler getirdi ki, ülkemizde hiç görmediğimiz türdendi. Bir gün hepimizi bahçeye çıkarıp, ağaçlara bağlayarak önümüze bir çeşit meyve koydu. Görünüşte portakala benzeyen meyvenin kesildiğinde kötü bir kokusu vardı. Hiç birimiz bu meyveden yiyemedik. Üç gün bizleri aç bıraktı. Ben ve eşim hariç ötekiler açlığa dayanamadılar. Meyveyi yiyenler, birkaç saat sonra şuurlarını kaybettiler. Bundan sonra onların bağını çözdü. Ne söylerse onlara yaptırıyordu. Artık kendisine bir zarar veremeyecek durumdaydılar. Bir daha onları odaya kapatmadı.  Yiyeceklerini önlerine koyarak bahçede besledi…
Canının istediği zaman birini, ötekilere kestirerek fırında gızartırdı. En son kalanı da kendisi kesip gızarttı. İşin ilginç olanı, kesilecek olanla, kesenler hiç tepki göstermeden bu işi zevkle yapıyorlar.  Dev de olanları da izlemekten çoh büyük haz alıyordu. Eşim de hayatta olduğunu sanı-yorum. Yandaki odada olabilir.
Hemen buradan gitmelisin güçcük bey! Gerisini bir fırsatını bulduğunda konuşuruz. Dev, her gece yarısı uyanıp her yeri kontrol eder.
Süleyman, yine geleceğini söyleyip, geri dönmüş. Anahtarları aldığı yerlere koyduktan sonra odasına çıkarak yatağına uzanmış. Bir türlü uyuyamamış.  Devin bahçeden gelen ayak seslerini duymuş. Pencereden sarmaşıklara tırmanıp çatıya çıkmış. Onun hareketlerini izlemeye başlamış.
Dev, çevreyi gözetleyerek, bahçe gapısını gontrol etmiş. Sonra gizli geçidin girişine bakıp, çocuhların odasının penceresi altında durarak bir müddet dinlemiş. Onların uyuduğunu sanarak mırıldanmış:
— Uyuyun güçcük kuşlarım. Sizin de zamanınız gelecektir...
Dev, içeriye girerken, Süleyman da odasına dönmüş. Prensin doğru söylediğine kanaat getirmiş. Onunla ne gibi işbirliği yapacaklarını düşünürken uyumuş.
Sabah aşağıya indiklerinde kahvaltı sofrası hazırmış. Süleyman’ın aklı, portakala benzeyen meyvedeymiş. O meyveyi yememesi için, henüz gardaşını uyarma fırsatı bulamamış. Bir plân düşünmüş. Dev kahvaltıya başladığı halde o, elini sürmemiş. Sertçe bakışını gören dev sormuş:
— Neden yemiyorsun, hoşuna gitmedi mi?
— Bana bak! Sen bunları hazırlamadan önce ellerini yıgadın mı? Yemeklerden önce ve sonra eller yıkanmalıdır.  Bu bir temizlik kuralıdır.  Biz masaya oturmadan evvel gerekli temizliği yaptık. Kardeşimin saçlarına bak. Neden bağlı olduğunu biliyor musun? Eğer dağınık olursa yiyeceklerimizin içine düşebilir. Saçlar bakımlı ve temiz olmazsa, mikrop yuvası olur. Birlikte yaşadığımız insanlar bizden tiksinirler. Uzun saç  gadında güzeldir. Kısa saç, erkeği daha yakışıklı gösterir... Saçlarım uzadığında, babam beni tıraş ederdi. 
Dev, kendi saçlarına ve Emine’nin saçlarına bakarak, Süleyman’a şöyle söylemiş:
— Tabi ki ellerimi yıkadıktan sonra bu işlere başladım. Saç bağlamayı bilmediğim saçlarım dağınıktır. Onun saçını sen mi bağladın?
   — Bu işi evimizde anam yapardı. Şu an anam olmadığı için kardeşimin saçlarını tarayıp, bağlamak bana kaldı. Temizlik kadar önemli olan bir şey daha vardır. Yediklerine dikkat etmen gerekir. Sabah kahvaltısı çoh önemlidir. Babam ormandan keklik yumurtası ile ceylan sütü getirirdi.  Sabah kahvaltımızda mutlaka yumurta, bal, süt bulunurdu. Bu üçünün besin değeri çoh yüksektir. Aynı şeylerle beslenmek, kişiyi ahmak yapar. Beslenmeme çoh dikkat ettiğim için, hem sağlıklıyım hem de senden daha akıllıyım.  Ama, sen bunları nereden bileceksin ki!..
Ben keklik yumurtası ile ceylan sütü istiyorum. Eğer onlar olmazsa kahvaltı yapamam. Sen bunları getirmeye gitmezsen, biz gider getiririz...
Dev, onların gözünde güçcük düşmek istemiyormuş.  Masadan kalkarak evden sepet ile bakraç almış. Gizli geçidin ağzına geldiğinde geriye dönerek çocuhlara seslenmiş:
— Ben hemen dönerim...
Dev gidince Süleyman, gardaşıne portakala benzeyen meyveyi kesinlikle yememesi gerektiğini söylemiş. Sarmaşıklara tutunarak çatıya çıkmış.  Dev şatodan yeteri kadar uzaklaşınca, aşağı inip gizli geçidin içinde incelemeler yapmış.
Süleyman’ın dönmesinden az sonra dev, elinde sepet ve bakracı dolu hâlde çıkagelmiş. Sütü ve yumurtayı hemen hazırlayıp masaya bırakırken:
— İşte istediklerin güçcük kuş.  Nasıl çabuk gelebildim mi?
Süleyman dudağını bükerek:
— Babam senden daha çabuk getirirdi. Yumurtalar da inşallah bayat değildir!  Bayat yiyecekler, sağlığımızı bozarlar...
Kahvaltılarını yaptıktan sonra o gün akşama kadar bahçeyi gezmişler. Dev, onlara ağaçlarını göstermiş, nerelerden söküp getirdiğini anlatmış.  Getirdiklerinin hepsi yetişmemiş, çoğu kurumuş.
Süleyman, prensin anlattığı meyve ağacının bahçede olup olmadığını merak ediyormuş. Gördüklerinden hiç biri anlatılana benzemiyormuş. İyice meraklanmış. Devi şüphelendirmemek için bu konuda hiçbir şey sormamış. Akşam yemeklerini bahçede yemişler.
Süleyman:
— Bahçe güzel ama buraya kapanarak yaşanmaz ki. Senin dünyan bu kadarcık mı? Bizim bahçemiz bundan daha geniş ve güzeldir.  Ona rağmen havanın güzel olduğu günlerde babam bizi pikniğe götürürdü. Temiz hava ve güneş sağlığa iyi gelir. Balık tutabileceğimiz bir yer varsa yarın pikniğe gidelim...
Dev:
— Bu gün çoh yoruldum. Erken yatıp dinlenirsek, yarın sizi güzel bir yere götürürüm. Ama suya girmek çoh tehlikelidir. Kaç arkadaşım, sözümü dinlemediğinden timsahlara yem oldular!  Ben o ırmağın kenarında dolaşmaya bile korkarım! Irmakta çoh büyük timsahlar vardır. Timsahların çıkamayacağı yüksek kayalıklara çıkar, oltalarımızı oradan suya atarız. Haydi hemen yatalım da erken kalkacağız…
Odalarına çekilmişler. Süleyman, kardeşini yatırdıktan sonra devin horlamasını beklemiş. Horultuyu işitince odasından çıkarak yine anahtarları alıp, ötekilerle değiştirmiş. Doğru prensin odasına gitmiş. Gapıyı açmış ve ona:
— Önce sana güvenmemiştim. Ama şimdi inanıyorum. Buraya nasıl geldiğimi anlatmaya vaktim yoktur.  Kısa zamanda devin bazı sırlarını öğrendim.  Ondan kurtulmak için zamana ihtiyacımız vardır.  Zaman çoh değerlidir. Önce prensesin hayatta olup olmadığını öğrenmek isti-yorum. Eğer hayattaysa ondan devin hakkında bir şeyler öğrenmiş olurum. En kısa zamanda yine geleceğim. Buradan kurtuluş plânları yapıyorum. Plânımın mükemmel olması için bilmem gereken çoh şey vardır. Vakti gelince bu plândan sizi de haberdar edeceğim. Şimdilik hoşça kal...
Prensin gapısını kilitleyerek, yandaki odanın gapısını açmış.
Prenses de eşi gibi zincirle bağlanmış. Uzun sarı saçlarını başının altına yastık ederek yere uzanmış. Gadın, karşısında küçücük bir çocuğu görünce irkilmiş. Yavaşça kalkarak oturmuş. Korkusundan titriyormuş. Süleyman önce kendini tanıtmış. Başlarına geleni prensten öğrendiğini söylemiş. Kurtulmak için plânlar yaptığını, dev hakkında bildiklerini anlatmasını istemiş.
Prensesin gözlerinde umut ışıkları parlamış. Sözü uzatmadan anlatmaya başlamış:
— Dev, bizden zarar gelmeyeceğini düşünerek zaman zaman bahçeye bırakıp uzaklara giderdi. Eşimle bahçedeki otlardan çoh kalın ipler hazırladık. Uykuya geçince onu iyice bağlayarak kaçtık. Uyandıktan sonra ipleri kırmış. Peşimizden gelerek bizi yakalayıp hapsetti. Bağladıktan sonra bana bir sırrını söyledi. Ona zincirler bile dayanamazmış. Ancak saçlarının telinden yapılan ipi kıramazmış. Bu sırrını tek ben biliyorum. Eğer bunu başarırsan gurtuluruz.  Ayrıca bir kılıç darbesi ile tek vuruşta öldüremezsen sakın ikinci kere vurma! İkinci vuruşta yeniden canlanırmış. Plânlarını buna göre yap. Aman çoh dikkat et, bizim akıbetimize uğrama. Bu şans bir daha elimize geçmez! Sanırım bu bilgiler işine çoh yarayacaktır. Daha fazla detaya gerek yoktur. Haydi, şimdi git. Biraz sonra kalkarak bize yiyecek getirir, çevreyi kontrol eder. Senin bizden haberinin olduğunu öğrenirse sonun geldi demektir!
Süleyman, gapıları kilitleyip geldiği gibi dönmüş. Anahtarları yerlerine asmış. Dev uyanmadan, odasına girip yatmış.
Sabahleyin erkenden kalkmışlar. Yiyeceklerini alarak yola çıkmışlar. Gördükleri yerlerin güzelliklerini doya doya seyrederek uzun bir yolculuk yapmışlar.
Piknik yeri, yalçın kayalardan suların fışkırarak, köpük köpük aktığı bir yer imiş. Bütün çevre, renklerin birbiri ile yarış yaptığı, çiçek kokusunun havayı doldurarak mis gibi koktuğu, düzlüğe inildikçe yayılan ve masmavi, derin suyun oluşturduğu bir ırmakmış.
Daha yukarılarda çağlayanın sularından yansıyan güneş ışığının meydana getirdiği gökkuşağı ayrı bir güzellik katıyormuş.
Çevreyi gezdikten sonra balık tutarak ızgara yapmışlar. Çocuhlar çağlayanın altna girerken dev, onlara engel olmak istemiş. Timsah tehlikesini yeniden anlatarak uyarmış. Süleyman, suya girdikleri yerde timsahın yaşayamayacağını bildiği için, uyarlara aldırmamış. Timsahların kendisinden korkup saldıramayacağını söyleyince devin ağzı bir karış açık kalmış.
Çoh güzel bir gün geçirmişler. Akşam yaklaşırken ayrılmışlar. Süleyman en önde, kardeşi ortada, dev de en arkadaymış. Dev, Emine’yi çimdikleyince gız bağırmış:
— Ay anam!
Süleyman geriye dönüp ne olduğunu sormuş. Dev, gızın konuşmasına fırsat vermeden cevap vermiş:
— Çocuhlar, aman dikkat edin. Burada sarı karıncalar var, çoh tehlikelidirler!
Gızcağız, karıncanın ısırdığını sanmış. Dev, söylediği yalana inanılmasının sevinci ile heyecana gapılmış. Uzun saçları gözlerini örtünce, bastığı yeri görememiş. Ayağının altındaki taşın kayması ile dengesini kaybederek aşağı yuvarlanmış. Çığlığı vadide yankılanmış.
Çocuhların yanına geldiğinde her yanı kan içindeymiş. Vücudunun birçoh yeri yaralanmış. El parmaklarının bazıları kırılmış. Ağlayarak Süleyman’a şöyle söylemiş:
— Saçım gözümü örttü önümü göremedim. Şu tıraş nasıl oluyorsa eve gidince beni hemen tıraş etmeni istiyorum...
Süleyman, devin hâlinin çoh kötü olmasına rağmen ayakta durabilmesine hayret etmiş. Plânını uygulamanın zamanının geldiğine sevinmiş. Devi şüphelendirmemek için şöyle söylemiş:
— Tıraştan önce yaralarının sarılması gerekir. Şu hâline bak! Yaraların çoh ağırdır. Bu yaralar mikrop kaparsa seni ölüme kadar götürebilir! İnşallah evinde merhemin,  ilâcın var. Yaralarının kapanması için de uzun süre dinlenmelisin!
Dev inleyerek cevap vermiş:
— Bahçemde ilâç olacak birtakım otlar yetiştiriyorum. Kaynatıldıktan sonra suyunu içip; lâpasını da yaraya sararsan birkaç güne kadar bir şeyim kalmaz. Daha önce de düşmüştüm. Bundan büyük kırık ve yaralarım vardı. O otlar, hayatımı kurtardı. O zaman iki arkadaştık. Bir yıl kadar sonra arkadaşımı bu ırmakta timsahlar yedi!
Bahçeye girince dev, otları göstermiş. Süleyman, otları kopararak bir kazanda iyice kaynatmış. Suyundan içen dev, hemen uykuya geçmiş. Onu şüphelendirmemek için, yaralarını sarmış. Devin saçlarını keserek kalın ipler yapmış. Uzun süre uyanamayacağını anlayınca ayaklarından karyolaya, ellerinden pencere demirlerine bağlamış. Anahtarları alarak, prens ile eşini de zincirlerden çözüp birlikte kaçmışlar.
Ormanda akşamın geç vaktine kadar yol almışlar. Karanlık basınca dinlenmeye çekilmişler...
Şafak sökerken prens, herkesi uyandırarak şöyle söylemiş:
— Dev uyanıp, peşimize düşmeden bir akarsuya ulaşmamız gerekir. Onun koku alma duyusu çoh kuvvetlidir. Bağından kurtularak peşimize düşerse bizi mutlaka bulur. Bu sefer hiç birimizi affetmez. Şansımız varsa bir ırmağa rastlarız. Sudan karşıya geçersek kokumuzu alamaz. Onu ancak böyle şaşırtabiliriz. Yoksa er veya geç bizi yakalar...
Süleyman, bir gün önce gördükleri ırmağın yerini tarif ederek, o yöne gitmelerini önermiş.
Öğleye kadar yürümüşler. Ağaçların seyrekleştiği yerden ırmağı görünce, birbirlerine sarılıp sevinç çığlıkları atmışlar.
Tam bu sırada arka taraftan devin narası duyulmuş. Dev, önüne çıkan ağaçları devirerek geliyormuş. Canlarını dişlerine takarak son hızları ile koşmaya başlamışlar. Dev yetişmeden ırmağa gelmişler. 
Irmak da en az dev kadar tehlikeliymiş! Suyun kenarında güneşlenen kocaman timsahlar varmış. Onları görünce korkularından ırmağa girememişler. İki büyük tehlike arasında ne yapacaklarını şaşırdıkları sırada Süleyman, anasının kendisine verdiği saçını hatırlamış. Hemen iki tel çıkarıp birbirine sürtmüş. Bir ışık içerisinde ana-sinin hayali görünmüş. Süleyman’a şöyle söylemiş:
— Karadaki timsahlar size bir şey yapamazlar. Irmağın kenarına gidin. Su ile el ve yüzlerinizi yıkayarak “Oh ne tatlı, ne güzel suymuş” diyerek birkaç avuç su için. Bir elini suya vurarak “açıl tatlı ırmağım açıl” dersen ırmak açılır. Karşıya geçtikten sonra da “kavuş tatlı ırmağım, kavuş” dersen ırmak eski hâlini alır, demiş.
Süleyman, anasının hayalinin söylediklerini yanındakilere aktarmış. Güneşlemekte olan timsahların arasından geçerek ırmağa gelmişler. Ellerini ve yüzlerini yıkayarak avuç dolusu su içmişler. Dördü birden:
— Oh ne tatlı, ne güzel suymuş! Açıl tatlı ırmağım açıl, demişler.
Irmak ikiye ayrılmış. Karşıya geçince de: “Kavuş tatlı ırmağım, kavuş” dediklerinde ırmak, eski hâlini almış.
Tam bu sırada dev de kıyıya yetişmiş. El ve ayaklarındaki bağları henüz çözememiş. Karyolası da sırtında bağlı duruyormuş. Timsahları görünce biraz geri çekilerek bağırmış:
— Hey karşıdakiler! Suyu nasıl geçtiniz?
Süleyman şöyle cevap vermiş:
— Kulaklarımıza su kaçmasın diye birer kazık çaktık. Boynumuza kocaman taş bağlayıp, bir tane de kucağımıza aldık. Bizleri bu şekilde gören timsahlar, korkudan yanaşamadılar. Yüzerek kıyıya çıktık...
Dev, hiç vakit kaybetmeden işittiklerini yapmış. Kendini ırmağa attığında suyun dibini boylamış.
Suya girdiği yerde dalgalanmalar olmuş. Az sonra o bölge, kırmızıya boyanmış. Devin timsahlar tarafından öldürüldüğünü anlayınca birbirlerine sarılarak başarılarını kutlamışlar.
Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra prensin sarayına ulaşmışlar.
Umudunu yitirdiği bir sırada oğlunu ve gelinini karşısında gören kral ve kraliçe çoh sevinmişler.
Kral, Süleyman’ın gösterdiği kahramanlığı, çoh takdir etmiş. Onun kardeşi ile sarayda kalması için rica etmiş. Zaten gidecek yerleri olmayan çocuhlar teklifi kabul ederek saraya yerleşmişler.
Kendini toparlayan prens, yanına askerlerini alarak Süleyman ile birlikte devin şatosuna gitmişler. Kıymetli eşyalarını ve hazinesini alıp, saraya getirmişler. Kral, bir miktar askerini şatoya yerleştirerek; geniş toprakları kendi ülkesine katmış...
Zaman su gibi akıp geçmiş.  Süleyman ve kardeşi büyüyüp evlenme çağına gelmişler. Kral, gızını Süleyman’la, büyük vezirinin oğlunu da Emine ile evlendirmiş. Sonra da ülkesini olunun yönetimine bırakmış. Süleyman’ı da vezir yapmış.
Süleyman, vezir olduktan sonra kıyafet değiştirip ülkesini gezmeye çıkmış. Hakgından fahır ve yokluk içinde olanları belirleyerek yardım etmek amacıyla köyleri ve şehirleri dolaşmış. Bir gün kendi köyüne gitmiş. Evlerinin bulunduğu yere gelince ağlamış. Çevreden görüp de, niçin ağladığını soranlara:
— Akrabalarımı ziyaret için gelmiştim. Görüyorum ki evler viran olmuş... Herhalde hepsi de ölüp gitmişlerdir! Bunlardan hayatta kalan yok mu?
Gözleri görmeyen yaşlı bir adam şöyle anlatmış:
— Oğul bu ev, bir oduncunun eviydi. Bir gün evin hanımı öldü. Bir gız ile bir oğlan öksüz kaldılar. Babaları evlendi. Getirdiği hanım çoh kötü huyu vardı. Nasıl oldu, kimse anlayamadı! İki çocuh birden ortadan kayboldular. Babaları, onların ardından her gün gözyaşı döküyordu. Sık sık ormana giderdi. Dönüşünde “çocuhlarını bulamadığını” söylerdi. Onları ormanda neden aradığını sorduk ama bir cevap vermedi.
Zavallı adam, deli oldu!  İkinci eşi de ölünce bir üvey gızı ile yalnız kaldılar. Her gün ağlamaktan adamın gözleri kör oldu. Gızı, komşu köyden bir deliganlı ile evlendi. Çocuh merhametli birisiymiş. İhtiyarı da alıp götürdü. İşte hikâyesi böyledir evlat!.. Gün gelecek, dünyamız da böyle viran olacaktır. Viran olmayacak tek şey temiz kalpler, iyiliklerdir...
Süleyman, babasının yaşadığı köye gitmiş. Sora sora evi bulmuş. Duvarın di-binde oturan babasını hemen tanımış. Değişen tek şey, gözleri görmüyor, saçı sakalı ağarmış. Hemen ellerini öpmüş. Yanına oturarak şöyle söylemiş:
— Baba, Süleyman ile Emine’nin yaşadıklarını söylersem ne dersin?
Babası, ümitsizce cevap vermiş:
— Bağrımdaki yaramı deştin!  Burada hiç kimse o isimleri tanımaz. Sen kimsin evlat? Maksadın nedir? Gözlerim kör olana kadar onları aradım. Hayatta olduklarını sanmıyorum...
Süleyman, ağlayarak babasına sarılmış:
— Tap tap tapacık, ormanda kaybolduk babacık. Senin bir suçun yoktu. Ah anacık anacık!
Babası, boynuna sarılanın oğlu olduğunu anlamış. Baba-oğul sarmaş dolaş ağlaşırken Zeynep ile beyi ağıt sesini işitip dışarıya çıkmışlar.
Başlarından geçenleri onlara anlatan Süleyman, üçünü de alarak saraya götürmüş. Ülkesinin en iyi hekimlerini çağırarak babasının gözlerini tedavi ettirmiş. Üvey kardeşi ile kocasını da saraya yerleştirmiş.
Ömürlerinin sonuna gadar mutlu bir hayat sürmüşler.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım tavan arasına...



 
Facebook beğen
 
 
Siz 145081 ziyaretçiziyaretçimizsiniz
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol